Selçuk Baysal

90'lı Yıllar ve Elazığ

Selçuk Baysal

90’lar. Türkiye’de koalisyon hükümetlerinin olduğu yıllar. Turgut Özal, Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis gibi isimleri kaybettiğimiz, özel radyo ve televizyon kanallarının hayatımızı renklendirdiği, her Pazar Barış Manço ile 7’den 77’ye programının ardından akşam Bizimkiler dizisinin izlendiği, Burak Kut’un ve Ozan Orhun’un Tarkan kadar meşhur olduğu ve de cep telefonunun herkesin elinde değil de sadece sayılı iş adamlarında olduğu yıllar.

Ülkemizde bütün bunlar olup biterken Elazığ 90’lı yıllara gözünü Muharrem Göktayoğlu’nun valiliğinde ve Behçet Susmaz’ın belediye başkanlığında açacak; daha sonra Mehmet Canseven ve Lütfulah Bilgin gibi valilere ev sahipliği yapacak; sonrasında belediye başkanlığını ise merhum Hamza Yanılmaz’a emanet edecekti.

O yıllar Karaçalı’nın çeşmeleri ve suyuyla tanıştığımız, Gazi Caddesi’ni çift yönlü kullandığımız, İzzetpaşa Camii’nin önündeki otobüs duraklarında otobüs beklediğimiz yıllardı.

Tıpkı yurdum insanı gibi şehrim insanı da büyük marketleri bakkallara o yıllarda tercih etmeye başlamıştı. Vali Fahribey’de Kısmet, Gazi Caddesi’nin tam ortasında Mavi Market vardı. O günkü adı Lokantacılar Tüketim Kooperatifi olan marketler zinciri bu günkü Misaş’tan başkası değildi. Lokantacılar Tüketim Kooperatifi her yılbaşında üzerinde Nihat Demirbağ’ın fotoğrafının olduğu takvimler basardı. Ve bu fotoğraf teyzelerimiz tarafından “namaz mekruh olacak”  gerekçesiyle bir takvim yaprağıyla kamufle edilirdi.

Radyo frekanslarında Fm23, Stüdyo FM, Mega FM, Elazığ FM, Dünya FM gibi yerel radyolarımız vardı. Tiyatrocu Abdullah Şekeroğlu’nu Fm23’te yayınlanan ‘’Harput Geceleri’’ adlı programda Hafize ana, Halıd emmi, Emoş hanım gibi tiplemelerle 90’ların başlarında tanımıştık. Şivemizi onlarla birlikte daha çok sevmiştik.

Her ne kadar büyüklerim EL-TV’den bahsetse de hatırladığım ilk yerel televizyon kanallarımız Fırat-TV ve Kanal23’tü. Sonrasında ise bu gün adına Kanal-E dediğimiz Dünya Tv açılmıştı. Bu kanallarımızda gündüz vakti ekranda yazılı slaytlardan oluşan reklamlar olurdu. Ve bu reklamlar Kanal23’te  Fm23’ün Dünya TV’de Dünya FM’in radyo yayını dinletilerek gelirdi ekranlara. Televizyon yayınınaysa akşam saatlerinde geçilirdi. Zannedersem televizyondan takip ettiğimiz ilk seçim programı da 1994 seçimleriydi.

Radyoyu televizyonu kapatıp çarşıya pazara çıktığınızda ise ya ‘’baltacıı!’’ diye bağıran adama ya da beyaz pala bıyıklı yaşlı küfeci amcaya muhakkak rastlardınız. Ağır adımlarla yürüyen o yaşlı adam belki de tarihin son küfecisiydi. Ha bir de şerbetçimiz vardı. Başında fesi, altta kırmızı pantolon ve üstteki cepkeniyle Osmanlı dönemini anımsatan o şerbetçi, önüne bir kuşak gibi tahtadan yapılmış bardaklığı bağlar, sırtına ibriğini alırdı. İbrikte ise şu dörtlük yazardı:

Meyanında meyanında

 Mey sunulur meyanında

Yedi derde şifadır

Gakkoşumun beyanında.

Sinema kültürümüz de yok değildi hani. Mert Sineması ve Renk Sineması köfteciler sokağının arkasında, Gölcük Sinemasıysa Gazi Caddesindeydi. Filmler şimdiki gibi her yerde aynı anda yayınlanmazdı ve hangi filmin ne zaman geleceğini gazetelerden takip ederdik. Şener Şen’in ‘’Eşkıya’’ filmi Renk sinemasında, Oscar ödüllü ‘’Titanic’’ ise Mert sinemasında oynamıştı. İlkokul yıllarımda çocuk tiyatrolarının da oynandığı Gölcük sinemasıysa daha sonra amiyane tabirle açık saçık filmler oynatmaya başlamıştı. Sinemanın girişindeki bulunan kapının sol camına yerel bir gazete yapıştırılır, girişte bulunan üç-beş basamaklı merdivenin hemen önündeki bilet gişesine ise o filmlerin afişleri asılırdı. Ve kapının önünde toplanan bir yığın ergense, gazete okuyorum numarasıyla film afişlerine bakardı.

Zübeyde Hanım Caddesinde ne şimdiki kalabalık vardı ne şimdiki gibi üzerinde oturup çekirdek çitlediğimiz banklar ve ne de o tatlı lambalar. Upuzun kendi halinde, her iki şeritte de sıradan kaldırımı olan tenha bir caddeydi. Ayda yılda bir kere kafamızı dinlemek maksadıyla o yalnızlığın içinde bir tur atmak için kullanırdık orayı. Ve sonunda yine çayda çıra heykeline rastlardık. Çayda Çıra heykelinin orada evler de yok tabi. Ama sadece belli bir süre o heykelin hemen arkasında “Yeni Şehir Aile Çay Bahçesi” adında bir çay bahçesi oldu sadece.

İstasyon caddesi dendiği zaman birçoğumuzun aklımıza tıpkı bu gün olduğu gibi o gün de “üst geçit” gelirdi. O zamanlar Elazığ’daki tek üst geçit oydu. Hele bir de 90'ların ortasında o üst geçidi kırmızı-beyaz janjanlı camları olan, üstünün kapalı olduğu ve içinde floresan lambaları yanan bir “tüp geçit” haline getirmişlerdi ki sormayın gitsin. İstasyon caddesinden yukarı doğru çıktığınızda bir lokantanın önünde muhtemelen tenekeden yapılmış ince bıyıklı bir usta figürü, elleriyle lokantayı işaret ediyor ve müşterilere adeta “buyurun” diyordu. Öte yandan şu an Belediye İş Merkezi olan AVM’’nin yerinde iki katlı belediye binası vardı. Altında ise şu an iki büyük şubesi olan ancak o yıllarda sadece küçük bir yer olan o lokanta vardı. Gazi Caddesinin ortalarında ise “Sofi’’nin Yeri” diye bir çiğköfteci vardı. Sahi Çiğköfte demişken bir de Abdullahpaşa minibüs durağının orada “Urfalı Ağe'nin Yeri “ adlı bir mekân başta olmak üzere birkaç yerde “ Çiğköfte 100.000 TL (Şimdinin ya 25 ya da 50 kuruşu) artı ayran bedava” diye bir furya başlamıştı. Ki hiç unutmuyorum daha sonra sağlık müdürlüğü yerel kanallarda buralardan bir şey yenmemesi konusunda halkı uyarmıştı.

90'ların son senesindeyse Elazığ’a adeta bir piyango vurmuştu. Güneş tutulması en net şekilde Harput'tan izlenecekti. Şehrin tanıtımı için inanılmaz bir fırsattı. Yerli yabancı birçok  bilim adamı ile çekik gözlü Japon’una kadar bir çok turist akın etmişti şehrimize. Her köşede “Well come to Elazığ” yazıları. Şehir adeta Akdeniz'in turistik mekânları gibi kalabalıktı. Ve o güne kadar ilimizde çok da fazla turist görmeyen bizler turistlerin yanına kadar gidiyor, “What is your name?” diye soruyorduk. Ve bu sayede ”What iş your name?” demenin gerçekten de “adın ne?” demek olduğunu bizlere adını söyleyen turistler sayesinde teyit etmiştik.

 O yılların en güzel yanı belki de çocuk olmaktı. Annelerden gizli meybuz yiyerek yaşanan 90’lı yıllarda Elazığ kaldırımlara sıra sıra dizilmiş onlarca çocukla doluydu. Kaldırımlarda taso ve bilye oynayan erkek çocuklarının yanı sıra tekerleme söyleyerek ip atlayan, çizgi çizerek çizgiler oynayan kız çocukları vardı. İkindi serinliği çökünce de sahneye bisikletler çıkardı. Elazığlı çocuklar bisikletin de tadını çıkarırdı. Direksiyon tutmadan bisiklet sürmek, 4-5 bisikletli yan yana gelip seyir halinde el ele tutuşmak büyük bir marifetti biz çocuklar için. Sonra yorulur, su içmek için bir Karaçalı çeşmesinin yanına bisikletler park edilir, bisikletimiz ayakta dursun diye bisikletin kenarındaki demir çubuk indirilirdi ve biz Elazığ çocukları buna ‘’ayak cağı’’ derdi. Tekerlerin havası indiği zaman Baki dayı,  Şemsettin amca ya da bisikletçi Şefik gibi bisikletçiler bizi beklerdi. Derken sonbahar gelir, okullar açılır ve okulların önlerinde çay bardağı hesabı ile dağ alıcı ve dardağan satılırdı. Dardağanın çekirdeklerini ziyan etmez, plastik borulardan birbirimize üflerdik. Yani onun da tadını çıkarırdık.

Bilye, taso, bisiklet dışında Lunapark eğlencemiz de eksik değildi tabi. Bu lunaparklardan biri çimento fabrikası yakınındaydı. Hatırlar mısınız bilmiyorum o zamanlar İstanbul'da Tatilya vardı bizde ise Almira. İsmet Paşa ilkokulunun yanındaki Almirada akülü arabalar bulunmaktaydı. Bisiklet kiralar gibi akülü araba kiralardık ama sadece Almiranın ufacık bahçesinde tur atabilirdik. Bir turu yanlış hatırlamıyorsan 5,000 TL idi.

Büyüklerimizse pek beğenmezdi bizim zamanı. Eski akşam oturmalarından, eski çocuk oyunlarının olmamasından, çocukların eskisi gibi büyüklerinden masal dinlememesinden başlarlardı ve herkesin televizyonun karşısına dikilip sadece televizyon izlemelerinden yakınırlardı. Ey o zamanki büyüklerim! Ne haber? Şimdi artık televizyon bile bir araya getiremiyor bizleri. Hepimizin elinde akıllı telefon var. Geriye ne hep beraber izlenen Bizimkiler dizisi kaldı ne de Parliament sinema geceleri. Ne dersiniz? Daha mı iyi oldu?

Yazarın Diğer Yazıları